12 Nisan, Türk Tarih Kurumu'nun kuruluş yıldönümü. 1931'de Atatürk'ün emriyle kurulmuş bu kurum da tıpkı Türk Dil Kurumu gibi ülkenin milleti ve devletiyle ayakta kalabilmesi için gerekli iki ana dayanaktan birini sağlamlaştırma görevi görmekte. Bunlardan biri dilse bir diğeri de hiç kuşkusuz tarih. Tarih bilimi çok önemlidir ve tarih okumak da büyük önem taşır.
"Tarih tekerrürden ibarettir" denilmesinin altında insanın en temel özellikleri yatıyor: İnsan denilen canlı, benzer fıtrî/yaratılış özelliklerinde olduğundan, üzerinden yüzyıllar geçse bile hiç değişmiyor çünkü. Aynı yanlışları dedeniz de yaptı inanın. Hatta onun dedeleri de... Dönemsel farklılıklar ve konu çeşitliliği dışında, yaşananlar birbirinin kopyası aslında. Alman filozof George Hegel'in dediği gibi; tarihi öğrenmeyenler, onu tekrar yaşamak zorunda kalırlar. İnsanlar hep aynı olayların farklı tezahürlerini yaşıyor. Yaşıyor yaşamasına ya bunları kuru kuruya da okumamak gerek elbette. Hataları tekrarlamamak adına, tarihten ders almak gerek. Boşuna dememiş Akif: "Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?"
Bu noktada eğitim devreye giriyor kaçınılmaz olarak. Yakın ve uzak geçmişimizi, ve sadece bizim değil, dünya milletlerinin tarihsel gelişimlerini de öğretmeliyiz gençlere. Üstelik, akıcı ve akılda kalıcı şekilde öğretmeliyiz. Benim hatırladığım şekliyle bizim sadece, olayların oluş tarihlerini ezberlemeye dayalı bir öğretim sistemimiz vardı maalesef. Şu anki müfredata hakim değilim ancak bizim tüm okul hayatımız boyunca böyleydi. Yıllar süren bir temel eğitimden aklımızda kalan; bir olay adı veya bir yıldı neredeyse. Kadeş Antlaşması, Magna Carta ya da Mercidabık Savaşı hakkında ne hatırlıyoruz? Ya tarihleri? M.Ö. 1285, M.S. 1215, M.S. 1516 ? O dönem sınavları geçmek için ezberlediğimiz ama sonradan içi boş birer kabuk gibi hafızamızın köşelerinde kuruyup kalmış tarihler hepsi de.
Ne içeriği hatırlanıyor bunların, ne oluş sırası ne de olaylar arasındaki bağlantılar. Bilmeyince ya da yeterince özümsenmeyince uluslararası arenada dön dolaş aynı hataları yapıyor, aynı olayları yaşıyoruz. Durum öyle acıklı ki bazen burun kıvırdığımız bir sinema filmi ya da televizyon dizisi bile insana, okuldaki derslerden daha çok şey öğretebiliyor tarihî olaylar hakkında. Senaryosu çarpıtılmış değilse tabi.
12 Nisan 1931'de Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle kurulmuş Türk Tarih Kurumu'nun da seksen dokuz yıldır yaptığı konferanslar, seminerler ve kongrelerle, süreli ve süresiz yayınladığı kitaplar, dergiler ve raporlarla, yeni dönemde ise internet üzerinden hizmet veren 'e-mağaza'sıyla tarihimizi aydınlatma ve yeni nesillere öğretme görevini hakkıyla yerine getirdiğini biliyor ve bu çalışmalara, gelen her nesle bilgiyi daha iyi şekilde aktarmak adına devam edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Atatürk'ün şu sözü, bütün bu zarureti açıklar mahiyette zaten: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir hâl alır.”
Uğur Demircan, İzmir 2020
"Tarih tekerrürden ibarettir" denilmesinin altında insanın en temel özellikleri yatıyor: İnsan denilen canlı, benzer fıtrî/yaratılış özelliklerinde olduğundan, üzerinden yüzyıllar geçse bile hiç değişmiyor çünkü. Aynı yanlışları dedeniz de yaptı inanın. Hatta onun dedeleri de... Dönemsel farklılıklar ve konu çeşitliliği dışında, yaşananlar birbirinin kopyası aslında. Alman filozof George Hegel'in dediği gibi; tarihi öğrenmeyenler, onu tekrar yaşamak zorunda kalırlar. İnsanlar hep aynı olayların farklı tezahürlerini yaşıyor. Yaşıyor yaşamasına ya bunları kuru kuruya da okumamak gerek elbette. Hataları tekrarlamamak adına, tarihten ders almak gerek. Boşuna dememiş Akif: "Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?"
Bu noktada eğitim devreye giriyor kaçınılmaz olarak. Yakın ve uzak geçmişimizi, ve sadece bizim değil, dünya milletlerinin tarihsel gelişimlerini de öğretmeliyiz gençlere. Üstelik, akıcı ve akılda kalıcı şekilde öğretmeliyiz. Benim hatırladığım şekliyle bizim sadece, olayların oluş tarihlerini ezberlemeye dayalı bir öğretim sistemimiz vardı maalesef. Şu anki müfredata hakim değilim ancak bizim tüm okul hayatımız boyunca böyleydi. Yıllar süren bir temel eğitimden aklımızda kalan; bir olay adı veya bir yıldı neredeyse. Kadeş Antlaşması, Magna Carta ya da Mercidabık Savaşı hakkında ne hatırlıyoruz? Ya tarihleri? M.Ö. 1285, M.S. 1215, M.S. 1516 ? O dönem sınavları geçmek için ezberlediğimiz ama sonradan içi boş birer kabuk gibi hafızamızın köşelerinde kuruyup kalmış tarihler hepsi de.
Ne içeriği hatırlanıyor bunların, ne oluş sırası ne de olaylar arasındaki bağlantılar. Bilmeyince ya da yeterince özümsenmeyince uluslararası arenada dön dolaş aynı hataları yapıyor, aynı olayları yaşıyoruz. Durum öyle acıklı ki bazen burun kıvırdığımız bir sinema filmi ya da televizyon dizisi bile insana, okuldaki derslerden daha çok şey öğretebiliyor tarihî olaylar hakkında. Senaryosu çarpıtılmış değilse tabi.
12 Nisan 1931'de Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle kurulmuş Türk Tarih Kurumu'nun da seksen dokuz yıldır yaptığı konferanslar, seminerler ve kongrelerle, süreli ve süresiz yayınladığı kitaplar, dergiler ve raporlarla, yeni dönemde ise internet üzerinden hizmet veren 'e-mağaza'sıyla tarihimizi aydınlatma ve yeni nesillere öğretme görevini hakkıyla yerine getirdiğini biliyor ve bu çalışmalara, gelen her nesle bilgiyi daha iyi şekilde aktarmak adına devam edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Atatürk'ün şu sözü, bütün bu zarureti açıklar mahiyette zaten: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir hâl alır.”
Uğur Demircan, İzmir 2020