İlk kitabım Kilim hakkında edebiyatburada için yazdığım yazıyı linkten okuyabilirsiniz:
https://edebiyatburada.com/ugur-demircan-yazdi-kilimin-ilmekleri/
KİLİM’İN İLMEKLERİ
Kilim, yazdığım tüm kısa öykülerin sentezi, üst üste eklenerek bir oldukları yeni bir form ya da hercümerç olarak evrildikleri yeni bir boyut olabilir. Belki de hepsidir. İçinde tanıklık ettiklerim de var çünkü, tanışlık ettiklerim de. Kırk altı yılın bakiyesi, yaşadığımız coğrafyanın hediyesi bir hikâye Kilim. Süssüz, sanatsız dupduru bir insan hikâyesi sadece. Yıllar öncesinden bir çıkış noktası da var elbette ama o noktada kalmayan, yazarken yazarını da büyüten bir hikâye Kilim.
Çocukluk ve gençliğin yazı denemeleri olan günlükler ve şiirlerden varılan menzil öyküler oldu bir yaştan itibaren. Yazdıkça okutma, yayımlatma ihtiyacı kendiliğinden gelir malum, ben de başladım bir yerde dergilere göndermeye. Ufak ufak basılmaya başladı. Basıldıkça yazmalarım arttı. Şimdi beğenmediğim bazı acemi öykülerden sonra giderek ne yazmak istediğimi bilir ve ona göre yönlenir olmuştum.
Sapan adlı bir öykü yazmıştım o zamanlar. Bir denememi de yayımlamış olan büyük (bugün böyle bir tanımı kabul etmiyorum ama o zaman zanlarımız vardı) bir dergiye gönderdim. Sapan, iki kardeşin başından geçen ve trajik şekilde sonlanan bir geceyi anlatıyor, mekân olarak da kendine ortalama bir Anadolu köyünü seçiyordu.
“çok eskimiş bir konu. köy öyküsü. günümüz öyküsü ve bakışı gerek. diliniz elbetti iyi, fakat anlatınız da eskiyor ne yazı ki.”
Böyle demişti kelimesi kelimesine, derginin genel yayın yönetmeni mailinde. Yazım yanlışları bana ait değil bu arada. Sapan’ı reddederken verdiği bu cevap zahirde nazikti ama derinlerde öyle bir kâğıt kesiği açtı ki kısa bir teşekkürle geçiştirememiş ve cevaben şunları yazmıştım:
“Ömrünün ilk kırk yılı ilçede, köylerin çok yakınında ve bazen içinde geçmiş, halen de bağını koparmamış biri olarak gönül rahatlığıyla belirtebilirim ki Anadolu’nun yarıya yakını hâlen köyde yaşar ve hâlâ dedelerinden gördükleri örf üzeredirler. Çanak anten, cep telefonu ve internet, yüzeysel bir değişim verir bu insanlara ama o modernite yaldızını sıyırdığınızda, altında yüzlerce yıl önceki yaşamların bir kopyasını bulursunuz. Öykü anlayışı ve matbuat İstanbul’dan bakarak şekilleniyor, bunun ben de farkındayım ancak gördüğümü, şahit olduğumu, hissine ortak olduğumu yazmaktır benim düsturum. Size göndermediğim de çok öyküm var bu minvalde. Bir akşam iki şehir arasında giderken meselâ arabanız arıza yapıp bir köy evine misafir olsanız, köşedeki plazma tv dışında, geri kalan konuşma, yaşama ve hissetme biçimlerinin, başlarından geçen gerçek hikâyelerin hiç değişmediğini ve daha da değişmeyeceğini müşahede edebilirsiniz.”
Bugün geriye dönüp baktığımda –bilinçli bir tercih olmasa da- Kilim’ in başlangıcı bu cevaptır diyebilirim. Köye ve köylüye İstanbul’dan –moda tabirle üstencil- bakan birilerine bir şeyler öğretmekti gayem belki de kim bilir? Köylü olmamama rağmen kırılmıştım. Kent de bizimdi çünkü bana göre köy de. “Neden terk edelim?”di. O, misafir olma ihtimalinden bahsettiğim günümüz köy evi imgesi kafamda dolandı durdu bir müddet ve yanlış hatırlamıyorsam 2017’de yazmaya başladım. Kısa sürede birkaç bölüm haline gelivermişti bile. İstanbul çocuğu Özer iyisiyle kötüsüyle köyle ve köylüyle tanışıyordu. Çünkü onlar hep orada duruyorlardı. Kenttekiler sırça köşklerinde yaşamı, dünyayı neye benzetirlerse benzetsinler köydekiler için hayat aynı sertlikte ve durağanlıkta devam edecekti. Toprağa düşmüş yıldızlardı onlar. Görmeseniz de hep oradaydılar. Bir meta olarak Kilim ise tamamen genetik kodlarla ilgili bir zemin oluşturdu öyküye. Hem ayakların bastığı sağlam bir zemin, hem koruyan, saran sarmalayan. ilmeklerinde bu toprakların insanının izdüşümlerini saklayan.
Şimdi Kilim tekrar ait olduğu yere, insanımızın gözlerine, yüreklerine açıyor kapağını. İddiasız, abartısız, milyonlarca hikâyelerden sadece biri olarak.
Uğur Demircan, Nisan 2023, İzmir