Unutulmuş
bir lisana benzerdi onun konuştuğu. Tufanlarda, depremlerde kaybolmuş ya da
eski yazıtlarda rastlanan, artık hiç konuşanı kalmamış bir dildi sanki.
Anlamazdım bazı sözlerini küçükken. Kitaplarla ve doğal olarak kelimelerle
oldukça haşır neşir bir çocuk olarak zaman zaman dikkatimi çekerdi ama
etrafımdaki kimseden duymazdım o sözlerin benzerlerini. Gördüğüm çevrede,
yaşadığım devirde sanki hiç karşılığı yoktu bazısının. Anlamak için onunla
yaşamanız lâzımdı. Oysa o, okumak nedir bilmemişti.
Cumhuriyet
dört yaşındaydı daha o doğduğunda. Yüzyıllar boyu unutulmuş öksüz bir
coğrafyanın orta yerindeki köyünde, o taşlı, samanlı, eğri yollarından araba
bile girmeyen köyde hiç okul yüzü görmemiş, muhtemeldir ki ömrü boyunca bir
kitabın kapağını bile açmamıştı. Adının baş harfinden gayrısını bilmezdi -ki
imzası da o 'Ş' harfinden ibaretti zaten- ama daha derinlerden geliyordu onun
dil bilgisi. Köklerde, nesiller ötesinde aramalıydı lisanının ipuçlarını.
"Filanca,
düğününe bizi de okudu" derdi meselâ. Yanlış söylediğini sanırdım çocuk
aklımla. Sonraları öğrenecektim ki Türk Dil Kurumu'na göre 'okumak' 'çağırmak'
demekti. Diğer boyların beylerini davet etmek için birer ok gönderen Bilge
Kağan' dan beri 'okımak' denirdi aslında ona ama sonra 'davet' olmuştu,
'çağırmak' olmuştu yüzyıllar içinde sözcük.
Sabah
işe giderken 'işlik' giyer giderdi sonra; bir gün olsun 'gömlek' dediğini
duymazdım. Kolaylıkla 'içlik'le karıştırılabilecek bir kelimeydi bu ama aslında
basitçe, 'iş yaparken giyilecek giysi' anlamındaydı. Bu kadar duru ve parlaktı işte.
Tanrı Dağı kadar ulu, Akdeniz kadar berraktı; bizdendi.
Ellerini
yıkamaz, 'yu'rdu çeşmede sık sık. Çarşamba Çayı'nın soğuk suyuydu sanki elini
yuduğu. Küçük bir çocukken Bozkır'ın Boyalı Köyü'nde 'ağa'ları yani abileriyle
'seğirterek' girip 'çim'diği… Sonra, gece çökünce kilit ya da sürgü değil
'küsük'lerdi evin dış kapısını hırsıza, uğursuza karşı. Kamyonla değil 'açık
araba'yla taşınırdı kira evinin fakir eşyaları, günü gelince.
Bunlar
bir çırpıda aklıma geliverenler sadece. Zaman zaman, keşke not etseydim, diye
düşünürüm tüm sözlerini. Onunla birlikte göçüp gitti belki de çoğu, kubbedeki
sedâlarını yadigâr bırakarak.
Unutulmuş
bir lisanı andırırdı konuştuğu cümleler. Bunca Arâbînin, Farsînin arasında
binlerce sene evvelden başlarını uzatır, gülümserdi sanki o tertemiz sözcükleri.
Puslu bir kış gecesinde tek tük beliren yıldızlar misali, ışıl ışıl
parlayıverirlerdi bilene. O yıllar anlamadığımız, zamanla keşfettiğimiz bir
eski atalar dilini konuşuyordu aslında. Eskiydi ama hakikiydi; 'öz'dü onun
dili.
Sözle
aktarılan, yazıyla bozulmayandı.
Rahmetle.
Uğur Demircan, İzmir 2020