İran'la sekiz sene savaşıp, Amerikan silah şirketlerini zengin ettikten sonra ancak iki sene savaşsız durabilen Saddam Hüseyin, bin dokuz yüz doksan yılında Kuveyt'i işgal etmişti. On dört yaşımın ayakları yere basmaz hülyalı hali ile ortalıkta serseri mayın gibi dolaştığımdan, bundan fazla bir detay hatırlamıyorum bütün dünyayı ilgilendiren bu siyasi olaylar ile ilgili. O dönemde televizyonda izlemeyi en son isteyeceğim şey haber bültenleri olurdu çünkü. Rahmetli babam haber başlayınca hepimizi sustururdu ama ben yapacak başka bir şey mutlaka bulur, yine de izlemezdim.
Saddam'ın tehditleri Kuveyt'le sınırlı değildi rivayetlere göre. İlçemizdeki fabrika da bomba atılacaklar listesinde, diye bir tevatür yayılmıştı o günlerde. Resmi bir açıklama ya da delil var mıydı bilmiyorum ama o günlerde bizim ilçede buna inanmayanı dövüyorlardı sanki. Türkiye'de tek, dünyada dördüncü büyük alüminyum fabrikası, deniliyordu. Tabi hedefte olacaktı!
Hüseyin Rahmi'nin meşhur romanındaki kuyruklu yıldızı bekleyen ahali kadar olmasa da bizim oralarda da epeyce telaş edilmiş, makarna, şeker stoklamaları bile başlamıştı ufaktan.
Pazar yerinin alt tarafından yokuş aşağı inen bin beş yüz sekiz sokaktaki evimizin karşısında bizimkine benzer iki katlı, cumbalı bir ev daha vardı. Yaz akşamları oynadığımız saklambaçlarda, sağ tarafından üst kata çıkan karanlık merdivenlerine saklanıp bulunamayışlarım hala hatırımdadır. Banka memuru İsmail amcalar oturuyordu yanılmıyorsam kiracı olarak.
O evin giriş katının, bodrum katı sayılabilecek kadar altında, küçük pencereli, kullanılmayan bir oda vardı. Belki de kömürlüktü, şu an anımsayamıyorum o kadarını. İşte o odayı -ilk kim akıl etti ve diğerlerine kabul ettirdiyse- sığınağa çevirme fikri yayıldı birden sokak sakinleri arasında ve hızla uygulamaya geçildi. İlk hatırladığım pencereye eski battaniye çakılması fikri olmuştu. Bunun dışında imece usulü ile el feneri, radyo ve benzeri bilumum malzeme teminine başlanmıştı.
Bu ne kadar sürdü bilmiyorum; neyse ki Saddam'ın tehditleri gerçekleşmedi ve bizim neslimiz o acı siren sesini hiç duymadı. İnşaallah kıyamete kadar da duymayız.
Aradan yirmi üç sene geçmişken ve biz artık başka bir mahallede, kendi sığınağı olan bir apartmanda yaşarken, İsmail amcaların oturduğu o eski evin tadil edilip müzeye dönüştürüldüğünü öğrendim. Şehrimizin ilk müzesiydi ne de olsa; ilk fırsatta koşa koşa gittim.
O kadar güzel olmuştu ki "Adile Baysal Kültür Sanat Evi" adını verdikleri bu müze; belediyenin restore etmesiyle başlayan güzel bir fikir, vatandaşların evlerindeki tarihi eşyaları, çeşitli araç gereçleri bağışlamaları ile tamama ermiş, gelecek nesillere aktarılacak bir kültür mirasına dönüşmüştü. Müzik aletleri, saatler, paralar, dikiş makineleri, fenerler, silahlar... Leblebi üretiminde, halı dokumasında kullanılan aletler ve şu anda aklıma gelmeyen, eskiye dair ne varsa...
Bodrumdaki o odanın penceresi ise, restorasyon kapsamında tahta ile kapatılmıştı. Gülümsedim. Ziyaretçilerin hemen hiç birisinin bilmediği bir şeydi bu, benden başka. Savaş tehdidi ile başlayıp yarım kalan o imece yıllar sonra tamamlanmış, evin sadece bodrumu değil, iki katı ve arka bahçesi tamamen eşya ile dolmuştu.
Uğur DEMİRCAN, Eylül 2018, İZMİR
Müze yapılan binanın eski hali (Soldaki ev. Foto:Enver Haykır)
Müzeden görüntüler: